Bağışıklık sistemi bizi her türlü iç ve dış kötü etkilerden koruyan ve kök hücrelerimizde kodlanmış bir savunma sistemidir.

En basit bir soğuk algınlığından, en karmaşık hastalıklara kadar her türlü olumsuzluğa karşı bu sistem nöbettedir.

Sıcakta terlemek ve soğukta titremek de bu görevler arasında sayılabilir. her biri bir olumsuzluğa karşı bedeni savunmak içindir.

Her canlı türünde farklı kodlanmış bağışıklık sisteminin çökmesi veya sekteye uğramasının hayati sonuçları vardır. AIDS hastalığı da bağışıklık sisteminin iflas ederek vücudun her türlü hastalığa savunmasız kalması ve insanın basit bir nezleden bile ölmesi anlamına gelmektedir. Bu ancak yeterli hastane koşullarında sürekli ve iyi bir bakımla yani bağışıklığın yapay olarak kurulmasıyla anca başa çıkılabilecek bir durumdur. Hiçbir yapay oluşum insanın kendi savunma mekanizmasıyla eş değer olamaz.

Bu nedenle insanlar daima bağışıklık sistemini güçlendirecek besinler almaya ve istemi sarsmayacak bir yaşam tarzına sahip olmalıdırlar.

AIDS, laboratuvar ortamında geliştirilmiş HIV adlı virüsün neden olduğu bir hastalıktır. Bugüne kadar milyonlarca insanı hayatından etmiş bu hastalık bazı insanlarda etkisini tam olarak gösterememiş ve bu insanları sadece taşıyıcı olarak kullanabilmiştir.
Bunun nedeni taşıyıcı insanların bağışıklık sisteminin onu baskılayacak şekilde yaratılmış HIV virüsüne teslim olmayacak kadar güçlü olmasıdır.

Elbette tıp dünyası sürekli olarak insanlık yararına araştırma ve geliştirme çabasında olacaktır.
Ancak bu küçük kaza insanlığa doğal olmayan yöntemlerin her zaman ne kadar riskli olduğunu, insan aklının doğanın çeşitli formlarda kendisine zaten sunduğu tedavi yöntemlerinin önüne geçemeyeceğinin bir göstergesidir.

Dünyada yaşam milyonlarla ölçülen bir süre önce başlamıştır. İnsanlığın tarihi ise 80.000 yıl kadar geriye giderken ilaç endüstrisinin ortaya çıkışı hemen hemen 100 yıl öncesidir.

Aristo mantığı ile düşünürsek, sektörün çok hızlı ilerlemesine rağmen yine de doğanın zekasını yakalaması çok uzun zaman alacaktır. Bugün sektörde denenen şeyleri doğa milyon yıl önce denemiştir zaten.

HIV virüsü yakın zamana kadar hamile anne ve bebeği arasında kan uyuşmazlığı olması durumunda annenin kanının antikor üreterek bebeği öldürmemesi için kullanılmış bir virüstür.
Benzer amaçlı virüsler halen bir çok endokronolojik hastalığın yani bağışıklık sistemi hastalıklarının tedavisinde kullanılmaya devam etmektedir.

Örneğin diabet tedavisinde. Tip 1 dibaetin nedeni vücudun kendisi tarafından üretilen insülin hormonunun bağışıklık sistemi tarafından düşman olarak algılanması ve sonucunda üretilen antikorlarla yok edilmesidir.

Bu yüzden, enjeksiyon yoluyla alınan insülinin de sistem tarafından yok edilmemesi için bağışıklık sisteminin baskılanmasını sağlayan maddeler verilmesi gerekmektedir.

Şeker hastalarının yaralarının geç iyileşmesi, yara izlerinin kapanmaması, hastalıklara karşı sağlıklı bir insandan daha zayıf olmasının nedeni bağışıklık sisteminin zayıf olması değil, kullanılan ilaçlardan dolayı sistemin baskılanmış olması ve yeterli antikor üretememesidir.

Sadece diabet değil diğer benzer hastalıkların tedavisinde de karşılaşılan temel sorun insanın kendisi yani bağışıklık sistemidir.

Bu sorun implantasyon, kök hücre ve organ nakillerinde de sürekli yaşanmakta ve tıp dünyası halen bunu nasıl aşacağını tartışmaktadır.

Lokman Hekim sadece bir efsane değildir. Efsane bile olsa mutlaka gerçek bir dayanağı olmak zorundadır.

Her türlü hastalığın ve hatta Ölümsüzlüğün bile çaresini bulduğuna inanılır. Yaşlanma da bir hastalıktır. Bu bir başka makale konusu olarak ele alınacaktır.

Lokman Hekim tedavilerini yaşadığı bölge olan Çukurova, Mersin, Tarsus bölgesinden elde ettiği tamamen doğal ürünlerle gerçekleştirmiştir.
Topladığı bitkilerin hiçbirinin genetiğiyle oynama şansı bulunmadığından sadece toplanma zamanı ve karışımların miktar ve içeriği hakkında elde ettiği bilgilerden yola çıkarak uyguladığı tedaviler sonucu bir efsaneye dönüşmüştür.

Bu noktada ise bir başka soru akla geliyor.

Hipnoz yöntemiyle bilinçaltına ulaşıp tüm bu hatalı kararları veren ve bağışıklık sistemini yönlendiren aklımıza bunu yapmaması için bir emir verebilir miyiz?

Bir başka soru ise, bizi yaratan tek bir kök hücrede tüm bedenimiz ve fonksiyonları kodlanmışken acaba beyin bu hipnozla verdiğimiz emri yerine getirmeye yetkili midir yoksa o tek hücrede bizi daha sonra hastalandıracak, bağışıklık sistemimizi sekteye uğratacak bir saatli bomba mı bulunuyor.
Yani kaderimiz biz ana rahmine düştüğümüz anda o tek hücre nasıl yazıldıysa öyle mi gitmek zorunda. Eğer öyle olsaydı hiçbir hastalık tamamen iyileştirilemezdi.
Kanseri yenen insanların robot olmadığı gibi bu da bir gerçektir.

Hiçbir hastalık yenilmez değildir.

Hastalıklara yol açan ve onları tedavi edecek olan öncelikle bilincimizdir.

Not : Avatar filmindeki Eywa ağacı tüm sevgiyi, bilinci ve ortak akılı temsil eden hayat veren bir ağaçtır. Navi halkının yaşamları pahasına vaz geçmediği, tüm canlıların yaşamlarının birbirine ve doğaya bağlı olduğunu gösteren yok olması halinde her şeyin yok olacağı bir semboldür. Navi halkı bu bilinçle mutlu yaşamaktadır. Orası Pandora gezegenidir. Dünya adını verdiğimiz bizim gerçekliğimizde ise Eywa’mızı oluşturan ancak yok etmeye devam binlerce onbinlerce hayvan ve bitki ismi sayılabilir. Böylece hastalıklardan şikayet etmeye hakkımız yoktur. Biz dünyanın bağışıklık sistemini yok ediyoruz.
Meksika Körfezi ve Çin’de yaşanan büyük çevre felaketlerinden sonra acaba ortaya ne gibi hastalıklar çıkacak?

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz